MENDİL ALTINDA
"Ağustos Cuma günü. Sicil müdürü Cavit Bey, yemekten sonra minderin üstüne uzanmış, uyumak istiyor ama karasinekler rahat bırakmıyor. Köylülerin duvar diplerine uzanıp yüzlerine birer mendil örterek mışıl mışıl uyudukları gözünün önüne geldi. İmrendi. Uzandı, sandalye üzerinde duran ceketinin cebinden beyaz keten mendilini alıp yüzüne örttü, sıkıntılı olmasına aldırmayarak uyku gelecek diye bekledi. Bu arada da ilkin çocuklarının mektep taksitleri için gönderdiği paranınmakbuzunu nereye koyduğunu düşündü. Sonra, karısının, para yetiştiremiyorum, diye sızlanmasını hatırladı. "Ben burada aç duracak, değilim ya!" Maaşlara zam yapılacak diyorlardı...Müsteşarın, kendisini sevdiğini düşünüp sevindi. Yanlışlıkla işten el çektirilen bir memuru Cavit Beyin bir sözü ile müsteşar hemen eski işine göndermişti. Ya böyle olmayıp da müsteşar dayatsaydı! Bu zavallı adam sefil olurdu. Sonra onun han köşelerinde sürüneceğini, nasıl borçlanacağını, kılığının nasıl bozulacağını, tıraşının nasıl uzayacağını birer birer gözünün önüne getirdi. Acıdı. Ya müsteşar kabul etmese idi" diye düşündü. O zaman sanki müsteşar dayatmış gibi kızdı. Kendikendine sordu: "Ne yapardım?"Hemen ceketinin göğsünü ilikledi, arkadaşına "Ver şu evrakı." dedi, kâğıtları aldı, doğru müsteşarın yanına... Müsteşar masanın başında kâğıt okuyordu, başını kaldırdı, her gün sorduğu gibi "Hayrola, müdür bey" diye sordu. "Efendim, dedi, açıkta kalan filân efendi için olmaz buyurmuşsunuz... Bu da reva mı, efendim. Bu zavallı nereye gidip derdini anlatsın? Bizim yanlışımız yüzünden işten el çektirilmiş. Kendisinin bir günahı var mı? Siz de çoluk çocuk sahibisiniz, insaf ediniz efendim. Müsteşar "Olmuş olmuştur", diyor. "Bir defa her nasılsa el çektirilmiş. Memuriyethayatında böyle şeyler olur. Kendine başka yerde iş arasın..."Sicil müdürü bu haksızlığa karşı köpürüyor. Müsteşara diyor ki: "Bu iş aksederse, elbette bizim için iyi olmaz." O, bu sözleri söylerken, bütün kalem arkadaşları, bütün daire halkı da kapıdan dinlese/er... Sicil müdürüne ateş basıyor. Bütün daire, bütün işitenler, onun yiğitliğine, kabadayılığına şaşıp kalıyorlar. Çarşıdan, pazardan geçerken, herkes arkasından gösteriyor...Müsteşar, sicil müdürünün sözlerinden korkuyor, imzasını bozup sözünü geri alıyor, sicil müdürü, kâğıtlar elinde odadan çıkarken, kapıda dinleyenlerin aralıktan kendi odalarına kaçtıklarını görüyor, aşağı inip elindeki kâğıtları muavinin önüne atıyor. Muavin, müsteşarın silinmiş imzasını görünce ağzı açık kalıyor. Sicil müdürü, muavinin şaşırdığını düşününce, beyaz keten mendil altında tatlı tatlı güldü.
Sonra, işine yeniden tayin edilen memur haber alıyor, gelip sicil müdürünün ayaklarına kapanıyor, bu iş de her yerde duyuluyor. Karısının kulağına kadar da gidiyor. Kadından bir mektup: "Orada bu kadar işler yapıyorsun da bize para göndermiyorsun!" Artık kızıyor. Bu kadar da olmaz... Hemen o da bir mektup döşeniyor. Aradan biraz geçince, bilmem nerenin seçmenlerinden bir mektup: "Mebus seçeceğiz, kabul buyurunuz."Mazbata Meclisten geçince, bir gün daireye geliyor, bütün arkadaşları tebrik ediyorlar, müsteşar, oda kapısından karşılıyor, pantolonunun arka cebinden altın tabakasını çıkarıp cigara veriyor.Meclise girince ilk iş, memur maaşlarının artırılmasına dair bir teklif...Sicil müdürü terden, heyecandan boğulacaktı. Mendili yüzünden çekip fırlattı. Yüzü kızarmış, gözleri dönmüş, saçları dikilmiş, köşeye oturdu. "Bu mendil altında nasıl uyunur." diye düşündü, sonra da tekmesiyle odanın döşemesini teperek:- Meryem, bir kahve pişir diye hizmetçisine bağırdı.Memduh Şevket ESENDAL
MENDİL ALTINDA
HAVUÇLU PİLAV MESELESİ
Yağmur yağıyordu, pis pis yağıyordu. Bu havada ancak yapabilecek bir şey bulanların, bulduklarını yapabilenlerin canı sıkılmazdı. Bense gazetenin bilmecesini de çözmüş bulunuyordum. Bu kara gün pazar, başka türlü geçerdi.
Karımı düşünmek istedim. Henüz kendi, güzeldi, şimdi akşam yemeğini hazırlamaya çalışıyor ve henüz mutfak işlerinden hoşlanıyordu. Epey çalışmama rağmen onu duygularımda canlandıramadım. Bu fena bir haldi… Ne yapmalı?
Radyo’ya gittim uzun dalga bomboştu. Orta dalgada öyle… Uzun uzun esnedim. Kısa dalganın parazitleri arasında bir mucize çıktı: Bu enfes bir kemandı ve karımla, daha iki sevgiliyken dinlediğimiz bir…
Her şey canlanıverdi. İçimde kâinatı güzelleştiren, hayata mana veren o büyülü o heyecan belirmeye başlamıştı. Seslendim
– Hürrem
Görpecik seni işittim.
– Efendim!
Gelsene biraz, dedim.
– Ne var? diye sordum.
Ne var diye niçin soruyordu sanki? Ben onu güzel ve tatlı şeyleri paylaşmaktan başka ne için çağırırdım?
– Gel hele, dedim.
— Ama yemek yemek yetişmeyecek sonra.
Varsın yetişmesin, diyecektim fakat lüzum kalmadı. Keman susmuş bed bir ses hiç sevmediğim bir dilde konuşmaya başlamıştı. Bana içim yeniden boşalıverecekmiş gibi geldi. Mutfağa geçtim keman sesinin getirdiği iştiyak ile ılık hatırayı kaybetmek istemiyordum.
O bir şeyler yapıyordu: başını bile çevirmeden, rastgele bir gülüşle:
- Ne var diye sordu.
– Hiç! Dedim. Hâlbuki aynı an içinde, saçlarını avuçlayıp yüzünü bu kadar geri çevirmek ve ‘sen niçin o günkü gibi değilsin?’ diye bağırmak istiyordum.
Masanın üstü karmakarışıktı: bir tepside pirinç vardı; onu sabahleyin karşı karşıya ikimiz ayıklamıştık. Sabah hava güzeldi, gezmeyi tasarlamıştık. Ötede soyulmuş havuçlar duruyordu… Ve o bana bakmıyordu bile…
Umursamadan:
- Ne düşünüyorsun? dedi.
Dişlerimi sıktım, birdenbire başını çevirerek!
- Ne yapıyorsun orada? diye bağırdı.
Ekmek bıçağını almış, havuçlara hücum etmiştim. Ben bunun farkında değildim fakat istifimi bozmadan:
-Hiç! dedim. Pilav için hazırlıyorum.
Bu esnada: demin ‘havuçlar benden mühim diye düşünüyordum.
– Delirdin mi sen, Allah aşkına.
İşime daha dikkatle devam ettim. Biraz hırçınlaştı:
Sonra bir işe yaramayacak havuçlar
Oralı olmadım. Sesini biraz daha yükseltti.
– Bırak artık, aklanmaksa bu kadar kâfi… Hayretle ona baktım. Sesim gayet sakindi.
Sen bunu eğlence mi zannediyorsun?
Oda tıpkı benim gibi sakinleşiverdi.
Demek havuçlu pilav da oluyor?..
İzah ettim:
— İnsanlar umumiyetle böyledir yavrum. Bilmedikleri şeyleri asla olmazmış farz ederler. İlim zihniyeti işte bununla mücadele eder Tavada yağ cızırdıyor, o beni ses çıkarmadan dinliyordu. Havuçların en güzelini seçerek devam ettim.
— Sen şimdiye kadar havuçlu pilav görmediğin için şimdi bunu olmaz zannediyorsun.
— Peki, sen gördün mü? Diye sordu.
— Hayır! Dedim, fakat neden olmasın?
— Olsa ne çıkar? Sen bildiğimiz pilavı beğenmiyor musun?
— Anlayışsızlığa açıyormuş gibi güldüm.
— Beğeniyorum hem de çok beğeniyorum. Hatta daha da çok beğenebilirim. Fakat bu ondan da daha çok beğenilecek pilavı arayışıma mani olabilir mi? Ben iktifa etmenin fazilet olduğuna inanıyorum. İnsanlığı bu hale getiren bu fazilettir. İlmin anası bu fazilettir. Benim istediğim, bu faziletin mutfağımıza da girmesidir.
– Bu mutfak sadece benimdir, yani demek istiyorum ki sen şimdi burada fazlasın.
Açık ela rengi iri gözleri çakmak çakmaktı. Güzel kaşlarının arasında incecik bir çizgi belirmişti. Kasılı dudakları hafifçe titriyordu. Sesine korkunç bir tatlılık vererek ilave etti:
- Haydi sen odana git, kitap oku, esne veya uzan!
– Pilavı hazırlamadan nasıl giderim canım? dedim.
Ve mani olmasına fırsat vermeyecek kadar süratle, fakat sükûnetimi bozmadan pirinci maltızın üstündeki suya salıverdim. Arkasından havuçları boca ettim. Atıldı, fakat geç kalmıştı. Yanakları pençe pençe kızarmıştı. Bu haliyle ilk randevumuzdaki kadar güzeldi. Ve bu hiddetini mağlup edebilmek bana ilk aşkı kadar tatlı gelecekti. Birden bire kucakladım; öptürmedi. Üstelik iki tanede tokat attı.
— Sana ne oluyor böyle gözüm? dedi.
Fakat dinleyen kim?
– Çık buradan. Git diyorum sana! dedi.
– Şaşılacak şey! dedim. Buradan çıkarım da nereye gideyim o bana evin dünya kadar geniş, uçsuz bucaksız olduğunu anlatmak istiyor; bense, belki de doğruluğunu sezdiğim için, o da mutfaktan başka bir yer olabileceğini kabul etmek istemiyordu.
Demek beni evden kovuyorsun? dedim. Bunu da nereden çıkardın?
Fakat izaha lüzum gördüm:
- Mademki öyle istiyorsun, peki. Beni bu kadar anlayışsız mı zannediyorsun? Zaten bu sabahtan belliydi. Sinemaya gidelim dedim, yağmuru bahane ettin. Tavla oynayalım dedim. Okuyacağım dedin. Mademki istiyordun niçin şimdiye kadar durdun. Seni tutan kim, hadi ne duruyorsun vakit kaybetme.
Ona gözlerimi kısarak bakarken bıçağı kuvvetle masaya sapladım ve dışarı çıktım. Arkamdan tekrar:
- Git! diye bağırdı. Biran durakladım. Niye gidecekmişim sanki… Ona bir galibiyet vesilesi olsun diye mi? Nasıl olsa geri döneceğimden emin, göğsünü gere gere ‘git!’ diye meydan okuyor.
Fakat olmadı! Sandalyeleri devire devire gittim. Bu sırada ‘dönüşten dönüşe fark var’ diye mırıldanıyordum.
Sokak kapısına vardığım zaman mutfağın eşiğine çıkarak:
- Pilavı berbat ettin şimdide gidiyorsun, dedi.
*
Caddeye çıktığım zaman içimde şu zıkkımı adam gibi içmeyi hala öğrenemedim diyerek bir arkadaşa hasret vardı.
Pilavı berbat etmişim. Sesi kulağımda yeniden belirdi. Fakat bunu söylerken bir tuhaftı.
Ben arkadaş falan istemiyorum bir kurt gibi yalnız olmalıydım; yalnız ve yepyeni bir yaylada
Yağmur ne güzel çiseliyordu. Fakat insanlar bana yabancı bana aldırış etmeyen insanlar. Hâlbuki ben, meselâ şu kadını sevebilirim, şu adamla pekâlâ dost olabilirim, ama onlar geçip gidiyorlardı. Rastgele bir meyhaneye girdim. Büfenin ortasındaki taburelerden birine oturdum. Bir hamlede bütün şişeleri boşaltmak istiyordum. Bir kadeh, bir kadeh daha, bir kadeh daha…
Yanımdakiler mesut insanlardı. Hele biri ki beni saadetten kolayca tiksindirebilirdi, çocuklarından, karısından binlerce liradan bahsediyor. Hâlâ isimleri sayıyordu. Büfeci ona votkasıyla birlikte bir parça da limon getirdi. Adam limonu kadehe sıkmak için bir hayli uğraştı. Su yerine çekirdek sıkıyor ve beni eğlendiriyordu. Alay etmek için mükemmel bir fırsattı.
Halinden anlamam ama beyefendi dedim. Şu elinizdekinin ilk görüşte limon olduğunu söyleyebilirim. Adam bana tuhaf tuhaf bakarak;
Limoncu musun? Dedi.
O budala, bu sözdeki nükteyi asla kastetmemişti bana eminim. Fakat gene de çileden çıktım.
– Evet, dedim. Ben limon üzerine ihtisas yaptım. İtalya’da, Tirino’da, mektebin bahçesinde seksen yedi çeşit limon vardı!
Adamın gözleri hayretle açılmıştı:
-Seksen yedi çeşit mi?
– Pardon dedim, acele ile yanlış söyledim, sadece yetmiş sekiz çeşit. Bakın istiyorsanız size isimlerini sayayım ama ne lüzum var değil mi? Çeşit çeşit limonlar, renkleri ayrı sekilerli ayrı tatları ayrı limonlar.
Büfeci de beni dinliyordu:
- Tatları ayrı limonlar da var mı? Diye sordu.
Onu ‘sen işine bak’ der gibi şöyle süzerek:
- Siz bana bir porsiyon havuçlu pilav getirin! Dedim.
–Havuçlu pilav mı?
– Sahi dedim siz bilmezsiniz. Pilaki olsun!
Yanımdaki adam gözlerini bana dikmişti. Derin derin içimi çektim:
-Bu benim karımın, rahmetli karımın yemeğiydi.
–Rahmetli mi dediniz?
Dik dik baktım:
- Bu şaşılacak bir şey mi?
Adam kekeledi:
- Hayır! Estağfurullah! Gençsiniz de!
— O benden gençti. Ve biz beş aylık evliydik.
Adam bana karşı bir kardeş kesilivermişti. Bu bana pek dokundu.
– Deli gibi severdik birbirimizi… Sonra havuçlu pilav…
Gözlerim yaşardı. Garson pilakiyi getirmişti. Fasulyelere kinle, nefretle bakarak:
- Ben artık yemek yiyemem ki, dedim!
Artık ağlıyordum.
*
Borcumu o adam ödedi sokağa beraber çıktık. Beni gezdirmek, avundurmak istiyor, ısrar ediyordu. Nihayet hüznüm onu mağlup etti ve ben yalnız kaldım. Oh karıma doğru uçma istiyordum. İçimde vicdan azabına benzeyen fakat aynı zamanda çılgın bir neşeyi müjdeleyen bir şey vardı. Bir taksiye atladım.
Yatak odasına yıldırım gibi girdim onu omuzlarından tutarak var kuvvetimle sardım. Saçları dalgalanıyordu, kurtulmak için çırpınıyor fakat gülüyordu. Bıraktığım zaman:
-Sen çıldırmışsın dedi.
Öptüm, yüzünü buruşturdu.
- Sarhoş! dedi.
- Ben havuçlu pilav isterim, açım… dedim.
– Gel!.. dedi. Mutfağa geçtik tabağı getirdi, yarısından fazlasını yemişti. Gülerek:
- Biraz daha itina edilse fena olmayacak, dedi. Vakit bırakmadın ki dedim.
Tağrık Buğra
GÖZYAŞI
Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir tasa, kaygı tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı, zamanında, onun ağız tadını kaçıracak.İçinden: "Bir başkasını bulunca savarım!"Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor! Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, kaçış için ne taşıt varsa hepsi hazır oluyor.
Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…
Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi atla koşuyor, kaçıyor.
Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!
Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su katmanları, gece… Dinliyorlar: Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı… Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duruyor."Uyuma Ali, diyor, uyuma!"Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:"Uyuma Ali, diyor, uyuma!"Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:"Uyuma Emine’m, diyor uyuma!"Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:"Uyu ciğerim, diyor, uyu Osman’ım!
At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, yılgın bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları olasılığı çoğalıyor.
Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin güçsüzlüğüne bakarak kötü kötü düşünmektedir. İçindeki en ürkütücü korku şimdi şudur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.
Önce çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak gücünü bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Çünkü durmadan ilerleyen felâket topluluğundan ayrı düşmek Ayşe’ye her şeyden daha korkunç geliyor.
Fakat geride kaldığını anlayıp bir süre sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek olanağı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek gerekir.
Hangisini?
Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan güçsüz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, kımıltısız, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, acı çekmeden, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek… Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor.
Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir yıkıntıdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek güç gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, sonunda bir duyumayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendiliğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.
Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini duyuyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, özengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir özlemden sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma süregitmede, yağmur ve çamur da beraber…
Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, şaşılacak bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye atılıyor. Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.
Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme!
Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya, sürekli, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felâketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:"Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!"Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hâlâ: "Kalk Ali, kurtulduk Ali."Diyor, gülümsüyor, kesintisiz, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor. Hizmetçi donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:
ESKİCİ
REFİK HALİT KARAY
Vapur rıhtımdan kalkıp da Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder. Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul'daki gibi:
-Hasan gel!
-Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen,
Diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen...
Derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.Fakat hem tümüyle çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülü verilen cansız bir göğüs...
-Ya habibi! Ya aynı!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. Hep sustu. Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu. Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul'dan geldim.
-Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu?
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama. Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama. Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
Sucu
Hindistan'da bir sucu, boynuna astigi uzun bir sopanin uclarina taktigi iki buyuk kovayla su tasirmis.
Kovalardan biri catlakmis. Saglam olan kova her seferinde irmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, catlak kova icine konan suyun sadece yarisini eve ulastirabilirmis.Bu durum iki yil boyunca her gun boyle devam etmis.
Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su goturebilirmis. Saglam kova basarisindan gurur duyarken, zavalli catlak kova gorevinin sadece yarisini yerine getiriyor olmaktan dolayi utanc duyuyormus.
Iki yilin sonunda bir gun catlak kova irmagin kiyisinda sucuya seslenmis. "Kendimden utaniyorum ve senden ozur dilemek istiyorum."
"Neden?..." diye sormus sucu. "Niye utanc duyuyorsun?..."
Kova cevap vermis: "Cunku iki yildir catlagimdan su sizdigi icin tasima gorevimin sadece yarisini yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayi sen bu kadar calismana ragmen, emeklerinin tam karsiligini alamiyorsun."
Sucu soyle demis. "Patronun evine donerken yolun kenarindaki cicekleri farketmeni istiyorum." Gercekten de tepeyi tirmanirken catlak kova patikanin bir yanindaki yabani cicekleri isitan gunesi gormus. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarisini kaybettigi icin kendini kotu hissetmis ve yine sucudan ozur dilemis.
Sucu kovaya sormus. "Yolun sadece senin tarafinda cicekler oldugunu ve diger kovanin tarafinda hic cicek olmadigini farkettin mi?...
Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdir. Yolun senin tarafina çiçek tohumlari ektim ve her gun biz irmaktan donerken sen onlari suladin. iki yildir ben bu guzel cicekleri toplayip onlarla patronumun sofrasını susleyebildim. Sen boyle olmasaydin, o evinde bu guzellikleri yasayamayacakti."
Sedef Çiçeği
Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını...Ve Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...
"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?"
Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...
"Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."
Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından...
Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti..Herkes onu dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu...Ve devam etti...
"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim...O bilmez...50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm..Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim...Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla suluycam onu diye...İyi gelirmiş dedilerdi...50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayım demedi... Taki geçen geceye kadar...o gece takatim kesilmiş..uyuyakalmışım...Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu herşeyimi verdim...Ondan hiçbirşey göremedim..Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."
Hakim, yaşlı adama dönerek ;
"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.
Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.
"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadimemi de orada tanıdım...Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden büketler verdim...O çiçeklerle doludur bahçesi...Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi...İlk Evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm... Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi.. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun... lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu...Ben ona gece sularsan geçer dedim.. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim...Her gece o çiçek ben oldum...Sanki...Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...
"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma , kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."
O an Mahkeme salonunda herşey sustu...
Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi haber yaptılar...
"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma , kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."
O an Mahkeme salonunda herşey sustu...
Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi haber yaptılar...
Kahin
İçi sıkılıyordu. anlayamadiği bir duygu icini burkuyordu. En iyisi ona gitmekti. O yardımcı olabilirdi. Telefon açtı kahine.
“imkansız, tam çıkmak üzereydim."
"lütfen" dedi kadın kendisini kıramayacağını düşünerek... çok zengindi kadın, ülkenin en zenginlerinden. doğaüstü güçlere inanırdı ve kahinin müdavimlerindendi. tabii ki kahin böyle iyi bir müşterisini kıramamıştı.
karşılıklı oturuyorlardı. önlerindeki suya baktı kahin, kaşları çatıldı, gözbebekleri büyüdü, alt dudağı düştü, kafasını kaldırıp ona baktı "çok üzgünüm" dedi, durakladı, belli ki söylemek istemiyordu.
"ne?" dedi kadın ısrarla,
ve kahin söyledi :"suda yarını göremiyorum..." yıkılmıştı kadın. medyum bugüne kadar hiç yanılmamıştı.
yarın olmadığına göre bu gece ölecekti. ne yapmalıydı? evine gitti, vasiyetini yazdı, biraz tv izledi. uykusu gelmışti. son gecesiydi ve ne yapacagını bilmiyordu.en iyisi uyumaktı. böylece ölürken hiç bir şey hissetmezdi.
yatağına uzandı, gözlerini kapattı ve.. derin bir uykuya daldı. uyandığında güneş yeni doğmuştu, kuş sesleri geliyordu.
"cennette miyim?" diye düşündü. herşey gece bıraktığı gibiydi. kalktı, sabahlığını giydi, salona indi, herşey normal gözüküyordu. kahin bu kez yanılmış mıydı acaba? masanın üstündeki gazeteye gözü ilişti.
manşette şöyle yazıyordu :
"ünlü kahin öldü"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder