23 Şubat 2013 Cumartesi

Türkiye'nin kurumakta olan göllerinin tespit edilerek bu göllerin doğal çevreye etkileri araştırılarak çözüm yollarının belirlenmesi performans ödevi

 Türkiye'nin kurumakta olan göllerinin tespit edilerek bu göllerin doğal çevreye etkileri araştırılarak çözüm yollarının belirlenmesi
Kuruyan göller, özel şirketlere verilen dereler, barajlar nedeniyle altüst olan doğa, hızla eriyen deltalar ve göçlerle yitip giden geleneksel yaşam... Çocukluğumda yaşadığım kayıplar, su sorununun bugün Türkiye genelinde ulaştığı boyutları ortaya koyuyor. Dünyada kişi başına düşen su varlığı bin metreküpten daha az ülkeler su fakiri, 2 bin metreküpten az olanlar su azlığı çeken ve 8-10 bin metreküpten daha fazla olanlar da su zengini olarak sınıflandırılıyor. Türkiye, su kaynakları açısından zengin bir ülke olmadığı gibi, su varlıklarının ülke geneline dağılımı da eşit değil. Kişi başına düşen yıllık 1600 metreküp suyla, su azlığı yaşayan bir ülke konumundayız. Üstelik bu tablo her geçen gün daha kötüye gidiyor. Ancak sorun suyun az olması değil, yanlış kullanılması. Son 60 yılda Türkiye'de kuruyan sulakalan miktarı yaklaşık 1 milyon 400 bin hektar. Bu, Marmara Denizi'nden daha büyük bir alan demek. Suyla ilgili yanlış uygulamaların düzeltilmesini sağlamak amacıyla bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşu ve yerel inisiyatif temsilcileri tarafından kurulan Su Meclisi'nin verilerine göre, bu kurumanın iki temel nedeni var: Birincisi doğrudan kurutma. Devlet Su İşleri (DSİ) rakamlarına göre, 1950'li yıllardan bu yana toplam 118 bin hektar sulakalan kurutuldu. Ancak kurutulan sulakalanlarla birlikte küçük ölçekli taşkın kontolüyle drenaj ve kurutma projesi yapılan alanları da tek tek hesaplayan Su Meclisi'nin verileri daha büyük bir rakama işaret ediyor: 745 bin hektar. Sulakalan kurutmasıyla tarım alanına dönüştürülen bölgeler arasında bereketli Çukurova, Çarşamba, Konya ovaları, Meriç ve Ergene havzalarının önemli bir bölümü de var. Sulakalanların kurumasının bir başka nedeni de su rejimine yapılan plansız müdahaleler. Örneğin, Konya Havzası'nda sulama barajları ve binlerce kuyu, suyun göllere gitmesini engelliyor ve bu durum havzadaki doğal su akışını bozuyor. Havza'da Güvenç Gölü, Yarma Bataklığı, Arapçayırı Bataklıkları, Suğla Gölü, Hotamış Sazlıkları, Ereğli Sazlıkları, Akşehir Gölü, Eşmekaya Sazlıkları, Bolluk Gölü, Düden Gölü ve Tersakan Gölü kısmen ya da tamamen kurudu. Türkiye'nin ikinci büyük gölü olan Tuz Gölü ise artık dönemsel yağışlara bağlı olarak su toplayabiliyor.




Yazı: Yücel Sönmez

Konya Havzası ve Tuz Gölü


Türkiye’nin ikinci büyük gölü olan Tuz Gölü Konya Havzası’nda bulunuyor. Burası kapalı bir havza. DSİ verilerine göre Konya Havzası’nın emniyetli su rezervi 1150 milyon m3. Ancak ovadan çekilen yıllık su 1786 milyon m3. Yani Konya Havzası yılda 636 milyon m3 suyunu kaybediyor. Bu kadar su Türkiye’nin ikinci büyük gölü olan Tuz Gölü’nü doldurmaya yetiyor. Havzada inşa edilen baraj ve kanallar, sayısı 67 bini bulan yasal izni olmayan kuyu, su ayak izi yüksek ürünlerin tarımının yapılması son 20 yılda Tuz Gölü’nü kurutuyor. 2015 yılında gölün tamamen kuruyacağı öngörülüyor. Göl kurudukça flamingolar gibi pek çok canlının yaşam alanları ortadan kalkıyor ve yaşam sona eriyor.

Son 20 yıldır Konya Kapalı Havzası’nda yoğun su kullanımına dayalı endüstriyel tarım faaliyeti sürüyor. Hem Beyşehir’den su taşınıyor, hem de suyun havzadaki göllere gitmesini engelleyen barajlar var. Ekilecek ürün olarak da bölgede yetişen ancak aşırı su tüketen şeker pancarı, mısır, yonca ve kiraz gibi bitkiler seçilmiş. Bir süre sonra yer üstü suları yetersiz gelmeye başlayınca çiftçiler yasadışı kuyular açarak yeraltı sularını kullanmaya başlamış. Denetim eksikliğiyle de birlikte on binlerce kaçak kuyu açılmış. Öyle ki suya erişimin kolaylaşması ile birlikte bir süre sonra eskiden susuz yapılan buğday tarımı bile sulu yapılmaya başlanmış. Bilinçsiz sulama ve çok yoğun su isteyen türlerin tarımının yapılması, suyun hem barajlarda tutulması, hem de kuyularla çekilmesi sonucu havza içinde beslenemeyen göller kurumaya başlamış. Ereğli, Hotamış, Eşmekaya ve Tuz Gölü teker teker kurumuş.

Tabi sorunlar sadece tarım sektörünün su kaynaklarını tüketmesiyle de sınırlı değil. Konya’dan Tuz Gölü’ne kanalizasyon ve sanayi atıkları da dökülüyor. Gölden tuz çıkarma işleminin özelleştirilmesi de gölün kurumasında bir etken. Daha önce tuz çıkarma işlemi devlet tarafından yapılırken günlük 500-600 bin ton tuz çıkarılıyordu. Şimdi ise daha çok kâr elde emek için şirketler günlük 700-800 bin ton tuz çıkarılıyor. Yani tuz çıkarımında günlük 150-200 bin ton civarında bir artış oldu. Özellikle Şereflikoçhisar Tuzcular Sitesi’nde göl kenarında kurulu 5-6 tuz çıkarma tesisi, atıklarını göle bırakıyor ve gölü hızla kirletiyor.

Avlan Gölü vakası


Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen nadiren de olsa olumlu gelişmeler de yaşanıyor. Buna en güncel örneklerden biri de Antalya iline bağlı Avlan Gölü’nde yaşananlar[23]. Avlan Gölü 1977’de kurutularak tarım arazisine dönüştürülmüş, 1984’te Finike ile Elmalı ilçelerini birbirine bağlayan 4 km’lik bir yolla ikiye bölünmüştü. Yerel halkın uzun hukuksal çabaları sonucu göl 1997′de yeniden suya kavuştu. Eskisi gibi olmasa da göle çeşitli kuşlar konaklama amacıyla gelmeye başladı. Tabi bu örneklerin çoğalması gerek.
Sulak alanlar ile ilgili yasal gelişmeler

Son iki sene içersinde sulak alanların geleceğini doğrudan ilgilendiren dört yasal değişiklik gündeme geldi. Bunlar, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’nde Değişiklik, Yenilenebilir Enerji Kanunu ve henüz kabul edilmemiş olan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısı. Adlarının içinde koruma geçmesine rağmen, bu kanunlar çeşitli hukuksal boşluklar içermekte ve suistimale açık.

Bunlardan ilki Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’nde Değişiklik. Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği[24] 26 Ağustos 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak değiştirildi. Değişiklie birlikte korumacılık ilkesinin yasal boşluklar oluşturacak biçimde kullanım odaklı düzenlemelerle değiştirildiği dikkat çekiyor. Akarsuların sulak alan tanımı dışında bırakılıp, çevrelerinde koruma bölgelerinin oluşturulamayacağına ilişkin hükümler getirildi. Sulak alanların çevresinde faaliyetleri tanımlayan koruma bölgelerinden birisi olan “Tampon Bölge”nin eski yönetmelikte en az 2500 m olan sınırının, muğlak ve kötü kullanıma davet eden “2500 metreyi geçmemek üzere” ifadesi ile değiştirilmesi bunun en bariz kanıtı. Böylece sulak alanları ekolojik, biyolojik ve hidrolojik boyutta olumsuz yönde etkileyecek (kirlilik, su azlığı, biyo-çeşitlilik kaybı) pek çok ekonomik faliyetin de önü açılmış oluyor.

İkincisi ise Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu. AB’ye uyum sürecinin bir gereği olarak hazırlanan bu kanun, AB’nin iki temel doğa koruma direktifi olan Kuş ve Habitat direktifleriyle bütünlük oluşturmuyor. Bu yasayla “doğal sit” statüsü ortadan kalkıp, ülkedeki 1261 Doğal Sit Alanı üzerindeki koruma kalkanı kalkacak. Böylece günümüze kadar baraj ve HES gibi çeşitli hidrolik projelerden doğal sit statüsü sayesinde korunan sulak alanları, geri dönüşü olmaz biçimde yok olmaya başlayacak[25].

Üçüncüsü ise 29 Aralık 2010 tarihinde TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe giren Yenilenebilir Enerji Kanunu. Kanunun beşinci maddesine göre milli park, tabiat parkı, tab,at anıtı ve tabiat koruma alanları, muhafaza ormanları, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları, özel çevre koruma bölgeleri, doğal sit alanları gibi özel hukuksal düzenlemeler ve uluslararası sözleşmelerle korunması taahhüt edilmiş alanlarda da yenilenebiir enerji yatırımlarına izin veriyor. Tüm bunlar enerjide dışarıya bağımlıl olmamak adına yenilenebilir enerjiyi teşvik etmek için yapılıyor. Türkiye’nin yüzölçümünün sadece %5’ini oluşturan bu alanların da korunamayacak olması Türkiye’nin geleceği açısından endişe verici.

Son olarak da henüz resmi bir kimlik kazanmamış olsa da kamu ile paylaşılan Su Kanunu Tasarısı var. Bu tasarının kabulüyle birlikte “havzalararası su aktarımı” gibi kabul edilemez bir çılgınlık yasal düzleme taşınmış olacak. Canlı-cansız tüm doğal-kültürel varlıkların ve sistemlerin oluşturduğu karmaşık bütünler olan havzaların bütünlüğe yönelik her türlü müdahele, havzanın varlığını için bir tehlike ve yok oluşun başlangıcı olduğu unutulmamalı. İspanya’da 2001 Ulusal Hidrolik Plan kapsamında Ebro Nehri’nden başka havzalara bölgelerarası bir su transferinin projesi planlanmaktaydı. Bin kilometre uzunluğuna yaklaşan su kanallarını ve Ebro Nehri üzerinde yüze yakın barajı kapsayan bu proje ülkede büyük tepkiye neden oldu. Taşınması planlanan su ülkenin öteki ucunda bulunan birkaç turizm ve endüstriyel tarım kentine gidecekti. Su canavarı bu iki ekonomik sektörün sürekli artan taleplerini karşılamak için insanın ve doğanın su hakkı gasp edilecekti. Proje, halkın direnişi ve 2004 genel seçimlerinin sunduğu politik fırsatların doğru kullanımıyla iptal edildi. Dünyanın sırt çevirdiği havzalararası su transferleri, ekonomik sektörlerin sürekli artan su taleplerini, insanların ve doğanın yaşamsal su ihtiyaçlarına feda etmekten başka bir sonuç getirmeyen bir anlayışın ürünleri. Söz konusu su kanunu kabul edilirse, dünyada tarım hasılası bakımından ilk beşe girmek ve enerjide dışarıya bağımlılıktan kurtulmak gibi ulusal amaçları gerçekleştirmek için Türkiye’nin tüm havzaları sürekli büyüyen su talebinin baskısı altında kuruyacak.

Böyle giderse 2023 yılında doğal sulak alan kalmayacak

Marmara Denizi’nden daha büyük bir yüzölçümüne karşılık gelen 1 milyon 400 bin hektarlık doğal sulak alanın kaybedildiği dikkate alındığında, Türkiye’de 2030 yılında doğal sulak alanların neredeyse tamamının yok olması bekleniyor[26]. Barajların ve HES’lerin ömrü 50 yılı geçmezken, neden oldukları yıkımın etkileri yüzlerce yıl ortadan kalkmayacak. Türkiye’de bir de ne enerji, ne de su toplamaya yaramayan “güvenlik barajı” uygulamaları var. Bu kavramı dünya baraj literatürüne kazandıran Türkiye, planlanan barajların yerinin tespitinde Milli Güvenlik Kurumu’nu otorite olarak gören tek ülke olma öncülüğünü koruyor[27]. Bu barajların birincil amacı (eğer tek değilse) PKK militanlarının hareketliliğini kısıtlamak[28]. Baraj ve HES inşaatlarıyla göçe zorlanan, geleneksel değerlerine ve yaşamlarına veda ederek maddi ve manevi olarak yoksullaşan yüzbinlerce insan bu yıkımın sosyal boyutunun sadece bir parçası. Sürekli iç göçün yaşandığı ülkede, göç alan büyük şehirlerin hali de hiç açıcı değil. Örneğin hızla bir küresel şehre dönüştürülmeye çalışılan İstanbul’un büyüyen sanayisi ve artan nüfusuna yetmez olan su kaynakları hızla kirleniyor ve kuruyor. Sonra da İstanbul’a Düzce ilindeki Melen Çayı’ndan uzunluğu 185 km’yi bulan 4 m çaplı borular içinde yerin ve hatta denizin altından[29] su transfer ediliyor. Böylece kendi su varlıklarını tüketen şehirler başka şehirlerin ve havzaların sularına gözlerini dikiyor.

Türkiye’de tüm devlet politikaları, ekonomik kalkınma ve milli güvenliği sağlama adına devlet eliyle öncelikle ekonomik sektörün sürekli artan taleplerini, sonra halkın ihtiyaçlarını karşılamak için suların tam kapasite kullanılmasını sağlamaya yönelik. Şiddeti gittikçe artmakta olan bu politikalar hem su hem de enerji tüketimini artırmayı hedefledikleri için su ve toprak gibi yaşam kaynaklarının hızla kirlenmesi ve buna bağlı olarak tükenmesi sonucunu doğuruyor[30]. Görünen o ki 2023 yılı, Cumhuriyet’in 100. yıldönümü olduğu kadar, hem doğanın hem de toplumun tükenişinin de önemli bir kilometre taşı olacak.

Dr. Akgün İlhan ve Nuran Yüce

[23] “Avlan Gölü’nü ortadan ikiye bölen karayolu kapatıldı”  http://www.haberler.com/avlan-golu-nu-ortadan-bolen-karayolu-kapatildi-3855735-haberi/
[25] Konuyla ilgili kapsamlı bir değerlendirme için Arif Ali Cangı’nın “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma kanunu tasarısı ne getiriyor, ne götürecek?” başlıklı yazıya bakabilirsiniz http://ekolojiagi.wordpress.com/2011/02/14/tabiati-ve-biyolojik-cesitliligi-koruma-kanunu-tasarisi-ne-getiriyor-ne-goturecek-arif-ali-cangi/
[26] “Küresel ısınma”, Doğa Derneği, http://www.dogadernegi.org/kuresel-isinma.aspx
[27] “Dünyada güvenlik barajı diye bir terim yok”, Ercan Ayboğa, http://www.diyarbakirhaber.gen.tr/haber-7385-Dunyada-guvenlik-baraji-diye-bir-terim-yok.html
[29] Bahsi geçen borular, Asya tarafından Avrupa yakasında bulunan İSKİ Kağıthane Arıtma ve Dağıtım Tesisi’ne kadar gittiği için İstanbul Boğazı’ndan geçiyor.
[30] Akgün ilhan (2011). Yeni bir Su Politikasına Doğru: Türkiye’de Su Yönetimi, Alternatifler ve Öneriler. İstanbul: Sosyal Değişim Derneği Yayınları. http://www.suhakki.org/wp-content/uploads/2012/02/yenibirsupolitikasi.pdf

Hiç yorum yok: