12 Ekim 2009 Pazartesi

DİLİN KÜLTÜR İÇİNDEKİ, DİLİN MİLLET İÇİNDEKİ YERİ

DİLİN KÜLTÜR İÇİNDEKİ, DİLİN MİLLET İÇİNDEKİ YERİ



Bir toplumun sözlü ve yazılı bütün kültür değerleri dile aktarıldığı için, dil sosyal yapının ve kültürün sadık bir aynası durumundadır. Bir şair duygu ve düşüncelerini kendi toplumunun fertlerine ancak dili ile ulaştırabilir. Bir yazar, bir bilim adamı, bir düşünür, örüşlerim kendi dışına ve ilgili çevrelere dil yolu ile aktarabilir. Yeni buluşlar ifadelerini dil ile gerçekleştirebilir. Bir tiyatro sanatçısı, mimik ve jestlerine dilini eklemeden oyunculuğunu gösteremez. Geçmiş yüzyıllar Anadolu'sunun dünya görüşü Yunus'un ilahilerinde, Türk halkının bayrakta sembolleşen vatan sevgisi Mehmet Akif'in İstiklal Marşı'nda, Millî Mücadele ruhu Mehmet EMİN'in manzumelerinde ve bu dönemi işleyen romanlarda, İstanbul'un güzellikleri ve tarihi havası, İstanbul halkının gelenek ve görenekleri Yahya KEMAL'in şiirlerinde, Hüseyin Rahmi GÜRPINAR'ın ve Ahmet Hamdi TANPİNAR'ın romanlarında, Anadolu halkının yaşayış ve davranışları Yakup KADRİ'nin eserlerinde sergilenmiş ve işlenmiştir. Türk milletinin gelenekleri, folkloru, yüzlerce yıllık hayat tecrübelerinin sonuçları, veciz ifadesini atasözlerinde bulmuştur. Destanlar, toplum ve millet varlığını büyük çapta etkilemiş şahıs ve olayların günümüze kadar uzanmış canlı tablolarıdır. Deyimler, Türk mantığının ve dil felsefesinin sembolleridir. Bunların dışında, dil. günlük yaşayışımızda da bize aracılık eden, sosyal bağlantımızı düzenleyen bir araçtır. Hayatımızın her safhasında bizimle birlikte ve iç içedir.



Görülüyor ki, kültürle ilgili her türlü yaşayış ve davranış tarzı, ifadesini hemen hemen bütünüyle dille gerçekleştirebilmektedir. Dolayısıyla da maddî ve manevî kültürün sınırları içine giren bütün kavram ve kelimeler dilin içinde, dilin sözlüğünde yer almaktadır. Bu bakımdan, dil, kültürün ilk ve temel öğesidir; en değerli hazinesidir. Bu niteliği dolayısıyla, milletleri birbirinden ayıran özelliklerin de en önemlisidir.



Dil, bir milletin evreni kendisine göre seslendirmesi, kainatı ve hayatı kendisine göre adlandırması ve ona kendi damgasını vurmasıdır. Bu durumu dolayısıyla, dil, aynı zamanda topluma biçim veren bir sistemdir. Bir toplumda yaşayan insanlar, çevrelerindeki dünyayı, gerçekte olduğu gibi değil, kendi dillerinin kendilerine sunduğu biçimde görmektedirler. İngiliz filozofu F. Bacon. bu görüşü, aklı yöneten şeyin gerçekten dilin kendisi olduğu şeklinde ifade etmiştir. Ünlü dilbilimci Wilhelm von Humboldt da bu gerçeği 'İnsanlar bu dünyada ana dillerinin dünyayı kendilerine sunduğu biçimde yaşamaktadırlar." şeklinde dile getirmiştir. Günümüz antropolog dilcilerinden E. Sapir ve onun yolunda yürüyen B. L. Whore da aynı görüştedir. Onlara göre, kişilerin ve toplumların nesnelere ve olaylara değişik çıdan bakıp kavramaları dolayısıyla, her dil gerçeği ayrı bir yönden aksettirdiği için, ayrı toplumların dünyaları da birbirinden farklıdır. Bu da demektir ki, dil, her toplumun içinde yaşadığı şartlara göre ayarlanmaktadır. Her toplumun kendine mahsus bir yaşama düzeni olduğundan, diller de toplumların bu yaşama düzenine uygun birer konuşma ve anlaşma düzenine sahiptirler. Bundan dolayı, bir toplumun dil davranışı, o toplumdaki yaşama düzeninin bir parçası ve ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla da dilin yapısı yaşama düzeninin yapısına koşut olarak yol almaktadır. İşte, dilin, insanların hayat karşısındaki davranış tarzlarına göre biçimlenmiş olması, onu yine kültürün ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkarıyor.



Millet, kendine özgü belirli değerler ile şekillenmiş bir toplum türü olduğundan, milleti oluşturan nitelikler dilde de kendini belli etmiştir. Genel dilbilimcilerin de belirttikleri gibi milletlerin sosyal yapılarından gelen manevî özellikleri, aydın karakterleri, millî şahsiyetleri ve kültür değerleri dilde kendini gösterdiği için, dil ile kültür arasında bu bakımdan da sıkı bir ilişki vardır. Bu da demektir ki, dil bir milletin manevî gücünün eseridir. Onun ruhunun dış görünüşüdür. W. Humboldt'un deyimi ile, "bir milletin dili ruhudur, ruhu da dilidir." Gerçekten de her dilin günlük konuşmalarından başlayarak edebî eserlerine kadar uzanan çeşitli metinlerine şöyle bir göz atılınca bile, bu manevî gücü hemen tespit etmek mümkündür. Örnek olarak Türkçeyi ele alalım: Dilimiz, ses ve şekil yapısı, söz varlığı, deyimleri ve kavram incelikleri ile olduğu kadar, üslûbundaki güzellik ve zarafet ile de millî ruha tercüman olabilmektedir. Mesela, Köroğlu Destanı'nda koçakların yiğitliklerini, suların gürüldeyen çağlayışı ve tabiatın heybeti ile denkleştiren:



Koçak akan sular gibi

Çağlar gümbür gümbür gümbürdenir

Eğri kılıcı beline

Bağlar, gümbür gümbür gümbürdenir



dörtlüğündeki işleyiş mükemmelliği bu ruhun ifadesidir. Aynı ruh Yunus Emre'nin şiirlerinde

Haber eylen aşıklara, ışka gönül veren benem,

Işk bahrısı olubanı denizlere dalan benem,

Benim canım uyanukdur, dost yüzüne bakan benem,

Hem denize karışmağa, ırmak olup akan benem.



ve yine;



Severem ben seni candan içeri,

Yolum ötmez bu erkandan içeri.



mısraları ile tasavvufun, ifadesi güç felsefî fikirlerini, gönlün derinliklerine doğru sızdırabilen bir söyleyiş kolaylığına bürünebilmiştir. İşte bu mısralarda bize varlığını duyuran öz; kelimeler, kelime öbekleri, ses kalıpları ve üslup incelikleri ile varlığımıza işleyen bu ruhtur. Bu ruh, kendini çoban armağanı çam sakızı; keçiye can kaygısı, çobana yağ kaygısı gibi anonim halk deyimlerinde bile ortaya koyabilmektedir. Aşk ağlatır, dert söyletir; ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz gibi atasözlerinde ise, söyleyiş güzelliği dışında şekil ve içeriği özlü bir senteze götüren anlam ve kavram zenginliğine de şahit olabilmekteyiz. Bu özellik, hayatı ve sosyal yapıyı birer san'at süzgecinden geçirerek veren edebî eserlerde daha da belirgindir. Söz gelişi Divan Edebiyatına ait şiirlerde, ortaçağ İslam medeniyetinin kainata bakış tarzı işlenmiştir. Nabî şiirlerine bir san'at inceliği ile çarşı, pazarı, Nedim şehir medeniyeti ile ilgili öğeleri sokmuştur. Nedim'in sevgilisinin güzelliği'ni anlatan:



Haddeden geçmiş nezaket yal ü bal olmuş sana

Mey süzülmüş şişeden ruhsar-ı al olmuş sana



(Nezaket denilen şey kuyumcuların haddesinden geçerek sana boy pos; şarap da taktirten geçirilip, katrelenip süzülerek sana al yanak olmuş) beytinde, Lale Devri'nin ince zarafetini ve zevk anlayışını görebiliyoruz. İşte bütün bu söyleyişlerde, dil, bizde bizi dile getiren bir gücün, bir ruhun ifade aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde, bir milletin manevî gücünü, o gücün en yüksek anlatım aracı olan dilde aramak gerekiyor. Bundan dolayı dil, illî damgası en belirgin olan kültür öğesidir.



Dil, bir milletin duygu ve düşünce tarzı, tarihi ve toplum bilinci ile birlikte yol almaktadır. Bu nedenle; kişiler arasındaki ortak duygu ve düşünce akımı dille kurulabilmekte; dolayısıyla, millî birlik ve beraberlik de, toplumun bireylerini birbirine perçinleyen dil ile sağlanabilmektedir. Dilin bu özelliği ATATÜRK tarafından şu sözlerle dile getirilmiştir: "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinîn dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir."


Görülüyor ki, dil, bu yönü ile millî birliğin çimentosu görevini yüklenmiştir.



Dil aynı zamanda bir kültür taşıyıcısı ve kültür aktarıcısıdır. Çünkü, bir milletin kültür varlığını oluşturan tarihi, coğrafyası, din anlayışı, müziği, san'atı, edebiyatı, ilim ve tekniği, dünya görüşü ve millet olmayı gerçekleştiren her türlü ortak değerleri, tarihin ve yüzyılların süzgecinden geçe geçe, dünden bugüne ve bugünden yarına ancak dil yolu ile aktarılabilmektedir. Bunların dışında, dil bir kültür yaratıcısı olarak da karşımıza çıkıyor. Çünkü duygu ve düşüncenin tam olarak anlatılabilmesi, dilin mükemmelliğine ve zenginliğine bağlıdır.



Dilin anlatım gücünün aşağı bir seviyede kalmış olması, daha yüksek bir gaye ile kullanılması için gerekli şartların eksikliğinden kaynaklanır. Bütün fikirler, ancak dildeki geniş anlatım imkanları ile açığa vurulabilir. İlim ve san'at da dile bağlıdır. Bu bakımdan dildeki gelişmişlik kültür gelişmişliğinin ifadesidir. Başka bir anlatımla, dil mükemmelliği ve dil üstünlüğü kültür üstünlüğü, dil zayıflığı da kültür zayıflığı sonucunu doğurur.



Bu gerçeği ve Arap Fars dillerinin yüzyıllarca, Türkçenin yapı ve işleyişini körelten ağır baskısını göz önünde tutan Atatürk 1932'de başlattığı dil devrimi ile, Türkçemizi kültürümüzün eksiksiz bir ifade vasıtası yapabilme amacını gütmüş; uzun vadede, dilimizi, çağdaş uygarlık düzeyinin gerekliği kıldığı bütün kelime ve kavramları karşılayabilecek işlek ve zengin bir kültür dili durumuna getirme hedefine yönelmiştir. Hedefler arasında yer alan:

1 - Dilimizi, Osmanlıcanın gelişmeye engel olan pürüzlerinden ayıklamak; yazı dilinden, Türkçeye yabancı kalmış olan unsurları atmak.



2 - Aydınların dili ile halkın dili, konuşma dili ile yazı dili arasındaki Osmanlıca dolayısıyla ortaya çıkmış olan açıklığı kapatarak. dile millet varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik kazandırmak.



3 - Türk diline yapı ve özelliklerine uygun millî bir gelişme yolu çizebilmek.



4 - Türkiye Cumhuriyetinde öğretim birliğine paralel olarak eğitimi millîleştirmek ve öğretimi millî terbiyenin gerekli kıldığı bir millî eğitim diline kavuşturabilmek.



5 - Türkçenin güzellik ve zenginliklerini ortaya koyabilmek için onu dünya dilleri arasındaki değerine yaraşır bir seviyeye ulaştırabilmek için dilimizi bir bilim kolu olarak ele almak ve üzerinde kaynaklarına inen derinlemesine araştırma ve incelemeler yapmak gibi hususlar, işte hep dil devriminin bu temel düşüncesini gerçekleştirme amacına yönelmiş olan maddelerdir.

Hiç yorum yok: